Pencereler

Açıkekran Levent, 8 Ağustos  - 16 Kasım 2016

Nermin Ülker’in Pencereler adlı sergisi Ülker’in kendi mesleği ile ilgili olarak düşündüğü görüntülerden oluşmaktadır. Hastanelerin kapalı ve karanlık ışığından dışarıya bakma arzusuyla başlayan bir maceraya bağlı olarak ortaya çıkan bu formlar bize dışarıdan görüntüler vermek istemektedir. Ancak, bu görüntüler sadece soyutlanmış görüntülerdir, ne kendi gördüğü ne de izleyicinin gördükleri  açık bir şekilde figür haline gelmiş vaziyettedir. Ne bir figür ne de bir anlatım; sadece gösterilenlerle karşımıza çıkmakta olan formlar… Her ne kadar figür olmasalar bile formların görüntülerinden uyarlanmış ‘rüya nesneleri’ Nermin Ülker’in çalışmalarının temel noktasıdır.

Psikanalist Jean-Bertrand Pontalis Pencereler adlı kitabında kapılar ve pencereler arasında kurduğu ikilik için şöyle yazmakta: 

“Kapılar kapalıdır; kapıların arkasında giz ve gizem vardır. Kapıların aksine pencereler ise açık bırakılanlardır; dışarıya açılanlardır. Buradan, göz dışarıya bakar, dışarıyı görür. Rüyalar, burada, açık rüyalar olarak durmaktadır. Kelimeler ve imgeler birlikte dışarıda olanları kaydetmeye başlayan göze ulaştığında, anlam da ortaya çıkmaya başlayacaktır; fakat anlam kendisini her zaman anlam olarak açığa çıkarmaz, bazen kapalıdır. O zaman pencerelerden görülenler rüya dünyası içinde soyutlaşmaya başlar; onlar görünürdür, ama göründükleri halde onların ne olduklarını anlamak için “anlama” başvurulduğunda yanlış okumalar meydana gelebilmektedir.” 

Proust’un da yazmış olduğu gibi “en güzel kitaplar yanlış anlamlarla yazılmışlardır, sanki bir yabancı dilde yazılmış gibidirler”. Bu şekilde anlam bir dış anlama doğru yol almaya başlayacaktır; dış dünyaya açılan anlamların da rüyalar gibi soyut açılımları vardır ve bunlar pencereler olarak adlandırabildikleri gibi anlamlandırılabilirler de. Buna “yaşayan düşünce” adını verebiliriz. Uzağa doğru açılmışlardır; uzak ise imgeleri belirsizleştirir. İmgeler belirsizleştikçe de soyutlaşmaya başlar. Bir ormanın içindeki sık ağaçlar arasındaki boş, kayran mekandan sızan ışık gibi hüzmeler yaratır ve görünür hale gelir. Işık dışarıdan gelir; içeriyi aydınlatır ve gölgelerden açığa doğru, renge doğru taşır.

Rüyalardan dışarıya doğru açılan pencerelerden başka bir hava gelir: “Havaya ihtiyacın var!” diyen bir doktorun tavsiyesine uyan kişinin pencerelerini açması gibi bir harekettir bu. Dışarıdan hava gelir ve içeride nefes alacak bir ortam yaratmaya başlar. Ancak dışarıdan gelen, her zaman nefes almaya yarayan oksijen değildir;. Bazen de bedene ziyan veren sıvıların, gazların, kimyasalların kokuları geldiğinde beden korunmaktan çok yara almaya başlayacaktır. Spinoza için en önemli sorunlardan biri olan, ebedilik ve ölüm arasında sıkışmış olan dışarıdan gelmektedir. Ölüm pencerelerin dışarısından gelebilmektedir. Ama hayat da aynı yerden geçmekte değil midir?

Rüyalardan gelen kelimeler gibi pencerelerden gelen hava, yeni anlamları içinde kapalı mekanlara doğru taşıyacaktır.  

Kapılar açık değil kapalıdır; pencereler ise açık diye hatırlatmıştık: Olduğu yerde duran ama seyahatler yapan bir ‘göçebe düşünce’ gibi olduğu yerde seyahat edenler vardır. Anların ne kapılara ne de pencerelere ihtiyacı vardır. Halbuki Leibniz’in Monadoloji adlı kitabındaki bireylerin, monadların ne kapıları vardır ne de pencereleri. Onlar kendi ışıklarını kendi içlerinden almaktadır. Her monad kendi küçük algısını kendinde saklamaktadır ve tüm dünyayı ancak küçük algılarıyla algılamaktadır. Sanki, Shabestari’nin sufizm için ileri sürdüğü gibi “evren bir aynadır, her atomda yanmakta olan güneşler vardır. Bir su damlasının kalbini yardığında, oradan yüzlerce okyanus ortaya çıkar”.  Her bir ışık hüzmesinde sonsuzcasına küçük parçacıklar sonsuzcasına yan yana, birbirlerinin içine geçmiş bir şekilde mevcuttur. Her monad diğer monadları aynı tözde saklamaktadır; ama bunların algıları her zaman aynı değildir. Dışarıya bakan göz aynayı değil parçacıkları görebilmektedir ve her bakan başka veya aynı parçacıklara bakabilmekte, bu sayede de benzemekte veya farklılaşmaktadır. Bir gökkuşağının renklerini taşıyan çoklu  ve çokluluk  taşıyan renklerden oluşan ve sonsuzcasına küçük farkları taşıyan renkler nüanslarla algılanmakta veya algılanamamaktadır.

Her bir rüya her zaman rüya görene aittir, Çoğalmakta veya azalmaktadır ve sonunda görüldükten sonra soyutlaşmaktadır.  Pencerelerden bakan ise görünürlüğe ulaşmaktadır; manzaraya bakmaktadır. Göz manzarayı görür ve algılar. Sanat tarihi pencereden bakan bu gözle başlamamış mıdır? Rönesans’tan beri Alberti’nin bize bıraktığı mirastır bu. Bugün her ne kadar bu perspektif meselelerinden uzaklaşmış gibi dursak bile, pencereler bizim çerçevelerimizdir; bakışımızın sınırlarıdır. Ancak nereye kadar? Formlar figür olmaktan çıkıp bize uzaklaştığında, form olarak anlam kazanmaya başladıklarında görünürlüklerin imgeleri gelmeye başlamaktadır. 

Nermin Ülker’in heykellerinin formları da pencerelerdir; pencereler olarak kurgulanmış ve tasarlanmışlardır. Ancak baktıklarımızın pencere olduklarını bilmemiz mümkün müdür? Ne malumdur bunların pencere oldukları? Bu bir nominalizm olarak okunabilmektedir. Pencereler soyut pencerelerdir. Heykelleri nereden bakarsak bakalım pencerelerdir; rüyalardaki pencerelerdir. O yüzden etrafında dönmüş olsak bile pencereler bize başka yerlere bakma imkanları sunmaktadır. Bunların her biri pencere olarak adlandırılmıştır ve biz de onlara pencere diyeceğiz.  Bu, bir önerme olduğu kadar anlam haline gelmiş bir kelimedir: 

Pencereler rüyalardan gelen formlardır. 

 Ali Akay